Sinema sözcüğü, Fransa’da Lumière Kardeşler tarafından bulunan kameraya, Yunanca “kinima” (hareket) sözcüğünden yararlanarak takılan “sinematograf” (hareketi yazan) adının kısaltılmışıdır.
Sinema bir ışık kaynağından çıkan ışınları, üzerinde resimler bulunan bir film şeridinden geçirerek bunlarla bir perde üzerinde hareketli görüntüler oluşturma eylemi ve böylece oluşan görüntü, aynı zamanda da bu görüntülerin gösterildiği salona denir.
Sinema sanatı 20. yüzyılda gelişmiş, kendinden önce yaygınlık kazanmış bulunan resim, heykel, müzik, mimarlık gibi çeşitli sanat dallarına dayalı, teknik beceri gerektiren bir sanattır.
Günümüzde sinema; bir olay ya da tezi hareketli görüntüler yoluyla anlatmak için dramatik yapı, sahne düzeni, oyun, konuşma, görüntü düzenlemesi, kamera hareketleri, dekor, aydınlatma, ses, müzik, kurgu gibi bir filmi yaratan bütün öğelerin en uygun biçimde kullanılmasını öngören sanat ve sanayi kolunu tanımlar.
Saydam bir film şeridi üzerindeki görüntüler ışığın yardımıyla bir perdenin üzerine art arda düşürüldüğünde, gözümüz bu görüntüleri hareket ediyormuş gibi algılar. Bunun nedeni beynin, gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü, görüntü yok olduktan sonra kısa bir süre daha saklamasıdır. Ağ tabakadaki yansıma gerçekte göründüğü süreden daha uzun bir süre algılandığından, bir cismin görüntüsü kaybolmadan öbür cismin görüntüsü ağ tabakaya düştüğünde, film karelerinden göze yansıyan her görüntü birbirinin devamı olarak, yani hareket ediyormuş gibi algılanır. Bu durum beynin yarattığı görsel bir hareket yanılsamasıdır. Sinema, bir olayı ya da öyküyü bu yöntemle anlatmaya dayanan görsel bir sanat dalıdır.
Görüntülerin kaydedildiği film şeridi saydam bir madde olan selüloitten yapılmıştır. Görüntüler filmin üzerine sinema kamerasıyla (film çekme makinesi) kaydedilir. Gösterim sırasında bunlar projeksiyon makinesiyle hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtılır. Filmi çekilecek cisimden yansıyan ışık kameranın merceğinden geçerek, filmin ışığa duyarlı yüzeyindeki kimyasal maddeleri değişikliğe uğratır ve görüntü oluşturur. Hazırlanan film laboratuvarda çeşitli işlemlerden geçirildikten sonra gösterime hazır duruma gelir.
Bir film makarasına sarılarak projeksiyon makinesine takılır. Makara belirli bir hızla dönerken, projeksiyon makinesinden çıkan ışık filmi aydınlatarak, hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtır. Selüloit sağlam ve esnek bir madde olduğu için makaralara ve makinelere kolaylıkla sarılıp takılabilir. Çekim sonrasında birleştirme yani montaj aşamasında istenmeyen görüntüler kesilip çıkarılır, kalan bölümler ise özel bir tutkalla ya da yapıştırıcı saydam bir bantla birleştirilir. Aynı zamanda ışığa son derece duyarlı olduğundan üzerindeki görüntüler net bir biçimde ve istendiği kadar büyütülebilir. Sinemada, 7,5-300 metre uzunluğunda, 70, 35, 16 ve 8 mm eninde film şeritleri kullanılır. Film şeridinin kenarlarında düzgün aralıklarla sıralanmış delikler bulunmaktadır. Bu delikler sayesinde film şeridinin kamera makarasına ya da projeksiyon makinesinin dişlilerine sağlam bir biçimde sarılmasını, kaymadan dönmesini ve görüntülerin eşit aralıklarla yansımasını sağlanır.
Hareketli görüntüler elde etmek için gösterim sırasında filmin belirli ve değişmez bir hızla ilerlemesi gerekir. 35 milimetrelik profesyonel filmler her görüntü karesi için dört delik, 16 milimetrelik ve amatör filmler bir delik ilerler.
Sesli filmlerde ekrandan saniyede 24, sessiz filmlerde 16 görüntü karesi geçer. Sessiz filmler bugünkü gelişmiş aygıtlarla gösterildiğinde figürlerin çok hızlı hareket etmeleri bu yüzdendir.
Film çekme makinesi olan kamera, fotoğraf makinesi ile aynı ilkelere dayanarak çalışır. Ama fotoğraf makinesinden en önemli farkı görüntüleri belli zaman aralıklarıyla ve son derece hızlı bir biçimde film şeridinin üzerine kaydetmesidir. Kullanılan film şeridine göre sinema kameralarının başlıca 70 milimetrelik, 35 milimetrelik, 16 milimetrelik ve 8 milimetrelik türleri vardır. 70 milimetrelik kameralar büyük ve görkemli görüntüler elde etmek için, 16 milimetrelik hafif kameralar bazı özel çekimlerde ve belgesel filmlerde, 8 milimetrelik kameralar amatörlerce kullanılır. Sinema filmleri genellikle 35 milimetrelik kameralarla çekilir.
Eskiden elle çalışan kameraların yerini günümüzde motorla çalışan kameralar aldı. Motor gürültüsünü önleyen bir sistem eklenerek görüntüyle birlikte sesi de kaydeden sesli kameralar geliştirildi. Bugün kullanılan 35 milimetrelik kamera hareketli görüntü için saniyede 24 kare çeker. Bu hız artırılarak ya da azaltılarak hareketin hızlı ya da yavaş olması sağlanır.
Gösterim sırasında projeksiyon makinesinin obtüratörü film karelerinin arasında kapanır ve ışığı keser. Ama bu o kadar hızlı bir biçimde olur ki, gözümüz hareketlerin aslında kesintili olduğunu ayırt edemez.
Film kamerası konusundaki ilk ciddî adımlar Thomas Edison ve yardımcısı W. K. L. Dickson tarafından atıldı. Dickson, bir başka Amerikalı mucidin, George Eastman’ın geliştirdiği selüloit filmi kamera içinde yürütmeyi başardı. 1894’te Edison, film göstericisinin atası sayılan “kinetoskop”u buldu. Hemen hemen aynı tarihlerde Londra’da Robert Paul ve Paris’te Louis ve Auguste Lumière kardeşler, filmi perdeye yansıtabilen göstericiler yaptılar. Lumière Kardeşler’in geliştirdiği aygıt, filmi hem çekiyor hem gösteriyordu. Dünyada ilk sinema gösterisi 1895 yılında Paris’te Louis Lumière tarafından yapıldı. Kısa zamanda dünyanın belli başlı kentlerinde sinema gösterileri yapılmaya başlandı. İlk filmler sessizdi ve bir dakika ya da daha az sürüyordu.
Günümüzde “yedinci sanat” da denilen bu yeni sanat, yalnızca doğayı hareketli resimlerle göstermekle yetinmedi, hemen hayal gücünü ve fantezisini de onun yanına kattı. Esas mesleği hokkabazlık olan Georges Méliès, sinemanın neredeyse sonsuz denebilecek olanaklarını ilk keşfedenlerdendi. İlk konulu filmleri çeken; 1897’de ilk film stüdyosunu kuran; erime, kararma, iki görüntüyü üst üste bindirme, yavaşlatılmış hareket vb. film hilelerini bulan Méliès oldu. Bu hilelere dayanarak 1902’de “Le Voyage dans le Lune” (Aya Yolculuk) adlı ilk bilimkurgu filmini çekti; sinemayla ilişkisini kestiği 1912 yılına dek yüzlerce film yaptı.
Film kamerasına ilk kez yer değiştirten ve ilk kurgu tekniklerini kullanan, “The Great Train Robbery” (Büyük Tren Soygunu, 1903) filmiyle Amerikalı yönetmen Edwin S. Porter oldu. Sinemanın sanat ve ekonomik yanı da hızla gelişti. Sinema tekniği giderek tiyatronun katı kurallarından bağımsızlaştı. Sinema, Amerikalı yönetmen David Wark Griffith’in yapıtlarıyla olağanüstü bir atılıma girdi. Sinemayı bir sanat katına yükselten ilk adlardan sayılan Griffith, ilk uzun Amerikan filmi olan “The Birth of a Nation” (Bir Ulusun Doğuşu, 1915) ve “İntolerance” (Hoşgörüsüzlük, 1916) ile sinema dilini kurallaştırdı. Kurguyu ilk kez sinema dilinin temel öğesi hâline getirdi; koşut – kurguyu kullandı, sinemasal gerilim sağladı. Daha sonraları sinema dünyasının merkezi olacak olan Hollywood’un temelini Griffith attı.
İlerleyen yıllarda Mack Sennett 1914-1930 arasında Chester Conklin, Ben Turpin, Charlie Chaplin, Buster Keaton ve Harold Lloyd ile altın çağını yaşayan güldürücü sinemayı (slaptick comedy) yarattı. Buster Keaton “The Navigator” (Gemici,1924) ve “The General” (General, 1926) gibi filmlerde hareketsiz, gülmek bilmez yüzüyle herkesi güldürürken; Charles Chaplin de “Şarlo” tipiyle dünya çapında ün kazandı. Chaplin, katıksız güldürücülüğün yanı sıra toplumsal yerginin yer aldığı uzun metrajlı filmlerde sanat gücünü kanıtladı. “The Kid” (Yumurcak, 1921), “The Pilgrim” (Şarlo Hacı, 1923), “The Gold Rush” (Altına Hücum, 1925) vb. ile sinemanın dahi sanatçıları arasına girdi. I. Dünya Savaşı’na dek film üretimi uluslararası bir nitelik taşıyordu. Ancak savaşla birlikte Avrupa film üretimi hızlı bir düşüş gösterdi ve ABD başlıca film üreticisi hâline geldi.
1920’lerde Hollywood, yıldız sistemiyle bağlantılı dağıtım tekelleri ve dünya film pazarındaki geniş payıyla, sinemanın ve milyonlarca doların döndüğü bir sanayinin merkezi oldu. Goldwyn-Mayer, Paramount, Universal, Warner Brothers ve Fox gibi dev film şirketleri fabrikadan çıkar gibi film üretmeye başladılar. Bu dönemde Hollywood’un en çok değer verdiği kişiler; Rudolph Valentino, Mary Pickford, Charlie Chaplin, Lillian Gish, Lionel Barrymore, Douglas Fairbanks, Gloria Swanson, Greta Garbo, Lon Shaney ve Norma Shearer gibi yıldızlardı.
Hollywood kendine özgü iki film türüyle büyük ün kazandı. Bunlar “western” (kovboy) ve “slaptick” denilen sessiz güldürü filmleriydi.
Sessiz sinemayı üstün bir yetkinliğe kavuşturan, Alman ve Sovyet yönetmenleri oldu. Almanya’da F. W. Murnau “Nosferatu” (1922), Fritz Lang “Dr. Mabuse” (1922) ve “Metropolis” (1926) gibi başyapıtlar verdiler. Bir başka Alman yönetmeni, G. W. Pabst, psikolojik bir dışavurumculuk ve özgün bir kurgu tekniği geliştirdi. 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra Ayzenştayn, Pudovkin, Vertov ve Dovçenko gibi Sovyet yönetmenleri sinema sanatına taze kan getirdiler. Özellikle Ayzenştayn film ve kuramlarıyla sinemada devrim yaptı. 1925’te çevirdiği “Bronenosets Potyomkin” (Potemkin Zırhlısı), çarpıcı kurgusu, yığınları kullanmadaki başarısı, epik anlatımıyla tüm dünya sinemasını etkiledi. İleriki yıllarda bu film, birçok eleştirmence sinema sanatının başyapıtı sayıldı. Aynı dönemde Fransa’da Louis Delluc; İsveç’te Victor Sjöström ve Mauritz Stiller; Danimarka’da Carl Dreyer gibi önemli yönetmenler yetişti.
Amerikalı Robert Flaherty belgesel sinemanın ilk büyük yapıtları sayılan, insancıl ve toplumsal nitelikli “Nanook of the North” (Kuzeyli Nanook, 1922) ve “Moana” (1926) adlı filmleri yarattı. 1920’lerden başlayarak filmleri sesli hâle getirmek için çeşitli girişimler oldu. Amerikalı Lee De Forest, bir fotosel yardımıyla film şeridinin kenarına sesleri kaydetme yöntemini geliştirdi. 1927’de New York’ta konuşma ve müziğin yer aldığı “The Jazz Singer” (Caz Şarkıcısı) adlı sesli bir film gösterildi. Bu film sinemada bir dönüm noktasıydı. 1929 ekonomik bunalımına karşın Amerikan sineması sesli sinemanın ilk yıllarında büyük bir üstünlük kazandı. Bu arada, bazı büyük şirketlerin iflasın eşiğine geldiği ve bankerlerin el attığı Hollywood bir yapı değişikliği süreci yaşıyordu.
1930’larda Hollywood’da iki yeni film türü ortaya çıktı: Müzikal ve gangster filmi. Müzikalde Fred Astaire ve Ginger Rogers, “Top Hat” (1935), “Swing Time” (1936) adlı filmlerde ünlü bir çift olarak sivrildiler. Hareketli, gerçekçi gangster filmleri James Cagney, Paul Muni ve Edward G. Robinson gibi yeni bir yıldız kuşağı yarattı. Güldürü alanında Marx Kardeşler (Üç Ahbap Çavuşlar), temeli saçmalığa dayanan yeni bir güldürü türü geliştirdiler.
1930 – 1940’larda Frank Capra, Howard Hawks, George Cukor, Otto Preminger, Orson Welles, Alfred Hitchcock ve John Ford, pek çok ünlü filme imzalarını atan yönetmenlerdi. Aynı dönemde Almanya’da Sternberg, Marlene Dietrich’i üne kavuşturan “Der blaue Engel” (Mavi Melek, 1930) adlı başyapıtını çevirdi. Fransa’da René Clair müzikalde yeni deneylere girişirken, Jean Renoir kişisel bir duygusallığın ve yalın biçimde sunulmuş bir insanlık gerçeğinin yer aldığı yapıtlar verdi: “La Grande İllusion” (Büyük Hayal/Harp Esirleri 1937); Marcel Carné, “şiirsel gerçekçilik” denilen yeni Fransız okulunun başına geçti: “Quai des Brumes” (Sisler Rıhtımı, 1938), “Hotel du Nord” (Kuzey Oteli, 1938). Chaplin 1932’de “City Lights” (Şehir Işıkları); 1936’da “The Modern Times” (Yeni Zamanlar) adlı, sanayi ülkelerindeki makineleşmeyi yeren büyük yapıtını yarattı. Bu arada Amerikan sineması birçok kaliteli film yaptı. Raoul Walsh, William Wyler, King Vidor gibi yönetmenlerin yanı sıra Marlene Dietrich, Bette Davis, Gary Cooper, Cary Grant, Clarke Gable, Humphrey Bogart gibi yıldızlar doğdu.
Renkli film sesli filmden kısa bir süre sonra, 1934’te beyazperdeye geldi.
Çizgi filmler Walt Disney’in yapımlarıyla yaygınlaştı. Disney, “Snow White and the Seven Dwarfs” (Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, 1937) vb. uzun metraj çizgi filmler yaptı; Miki ve Donald dizileriyle canlandırma sinemasını gerçek bir sanayi hâline getirdi.
- Dünya Savaşı sırasında özellikle belgeseller ve propaganda filmleri çevrildi. Naziler bu işe daha savaş öncesinde başlamış ve Leni Riefensahl “Triumph des Willens” (İradenin Zaferi, 1936) adlı ünlü propaganda filmini yapmıştı.
1941’de Orson Welles, “Citizen Kane” (Yurttaş Kane) filminde dramatik kamera tekniklerini; alışılmamış kamera açılarının ve dramatik bir aydınlatmanın yarattığı etkileri sonuna dek kullandı. Savaş, sinema sanatını iki yönlü etkiledi: Bir yanda “kaçış sineması”denilen, dış dünyanın katı gerçeklerinden uzaklaşmak için sinemanın yanılsamacı niteliklerini öne çıkaran filmler, öte yanda savaşın acı deneyimlerini yansıtmaya çalışan gerçekçi filmler yaratıldı.
Chaplin 1940’ta zorbalığı, özellikle nasyonal sosyalizmi yeren “The Great Dictator” (Şarlo Diktatör) adlı son büyük filmini çevirdi.
İtalya’da 1940’tan başlayarak sinemanın gelişimi üstünde büyük bir etki yapacak olan “yeni gerçekçilik” (neo-realizm) akımı ortaya çıktı. Luchino Visconti “Ossessione” (Tutku, 1942); Vittorio de Sica “İ Bambini ci Guardanol” (Evlâdıma Kıymayın, 1943); Roberto Rossellini bu akımın başyapıtlarından sayılan “Roma, Citta Aperta” (Roma, Açık Şehir, 1945) adlı filmleri çevirdiler. Özellikle bu son film, Hollywood’un sinema seyircisini alıştırdığı o göz boyayıcı, cilâlı yapıtlardan farklıydı.
Savaştan sonra Hollywood 1947’den 1952’ye dek süren McCarthycilik döneminin yarattığı manevî bir bunalımın yanı sıra ekonomik bir bunalımla yüz yüze geldi: Hem 1952-1953’te piyasaya çıkan televizyonun rekabeti, hem de sinerama, sinemaskop, vistavision gibi yeni tekniklerle yarışma zorunluğu bu ekonomik bunalımın başlıca nedenleriydi.
Amerikan sinemasında “western” türünün büyük ustası John Ford’a yeni usta yönetmenler eklendi: John Huston, Nicholas Ray, Billy Wilder, Stanley Donen, Vincente Minelli, Joseph Mankiewicz, Elia Kazan. Bununla birlikte sinema Amerikan tekelinden kurtuldu.
Fransa’da 1950’lerin sonunda “yeni dalga” denilen akım ortaya çıktı. Bu akımın genç yönetmenleri arasında özellikle Louis Malle, François Truffaut, Agnes Varda, Claude Chabrol, Alain Resnais ve Jean-Luc Godard’ın adlarını saymak gerekir. Resnais’nin “Hiroshima, mon Amour” (Hiroşima Sevgilim, 1959); Truffaut’nun “Les 400 Coups” (400 Darbe, 1958); Godard’ın “A Bout de Souffle” (Serseri Âşıklar, 1959) adlı filmleri “yeni dalga”nın başyapıtlarındandı.
İtalya’da “yeni gerçekçi” akım ilginç filmler yapmayı sürdürdü. Sica, “ladri di Biciclette” (Bisiklet Hırsızları, 1948); “Rossellini “Paisa” (1946); Federico Fellini “La Strada” (Sonsuz Sokaklar, 1954) ve “Otto e Mezzo” (Sekiz Buçuk, 1962); Visconti “İl Gattopardo” (Leopar, 1962); Michelangelo Antonioni “L’Avventura” (Serüven, 1959) ve “Deserto Rosso” (Kızıl Çöl, 1964) ile ön plâna çıktılar.
İsveç sineması, İngmar Bergman’ın ileri Batı sanayi toplumlarında insanın sorunlarını, bunalımlarını, yalnızlığını işleyen filmleriyle tanındı.
İspanya’da hemen hiç çalışmayan İspanyol yönetmeni Luis Bunuel, kiliseyi ve burjuva toplumunu eleştiren, gerçeküstü öğeler taşıyan filmler yarattı.
İngiltere’de Karel Reisz, John Schlesinger, Lindsay Anderson, David Lean, Carol Reed, Joseph Lose ve Tony Richardson gibi önemli yönetmenler ortaya çıktı. Bir başka İngiliz, Stanley Kubrick, daha çok Hollywood’da çalıştı.
Doğu Avrupa sineması Andrej Vajda (Polonya), Miklos Jancso (Macaristan), Dusan Makaveyev (Yugoslavya) adlı yönetmenlerin filmleriyle dünyaya açıldı. Polonyalı Roman Polanski ve Çek Milos Forman Batı ülkelerinde film çevirmeyi yeğlediler.
Önceleri Batı’da fazla ilgi görmeyen Japon sineması, Akira Kurosava’nın “Raşomon” (1951) adlı filminin Cannes Film Festivali’nde ödül kazanmasıyla tanındı. Japonya’da Kon İçikava, Nagasi Oşima, Mizoguşi öbür büyük ustalardı.
1960’lı yıllar tamamlanırken genel olarak “Üçüncü Dünya Sineması” adı verilen bir sinema, sesini duyurmaya başladı. Hint sinemasında Satyacit Ray, uluslararası başarı kazanan filmler çevirdi.
1965’lerde ortaya çıkan “Genç Alman Sineması” eylemi, uzun yıllardır kış uykusuna yatmış, Amerikan yapım ve dağıtım sisteminin egemenliğine girmiş bir ülkede yeni ve özgün bir sinema rüzgârının esmesine yol açtı. Bu yeni akım Alexander Kluge, Jean-Marie Straub, Johennes Schaaf, Volker Schlöndorff, Reiner Werner Fassbinder ve Werner Herzog adlı genç yönetmenlerin filmleriyle tanındı.
1970’lerden sonra ortaya çıkan bir değişiklikle, filmler salonlardan evlere taşınmaya başlandı. “Video” ile, sinema kendine yeni bir pazar buldu. Türkiye’de ilk sinema gösterisi 1896’da Yıldız Sarayı’nda yapıldı. Bunu Sigmund Weinberg’in Beyoğlu ve Şehzadebaşı’daki halka açık gösterileri izledi (1897). Düzenli ve sürekli film gösteren ilk salon, yine Weinberg tarafından Pathé adıyla açıldı (1908).
Türkiye’de ilk film, Fuat Özkınay’ın çektiği “Ayastafanos Abidesi’nin Yıkılışı” (1914) adlı belgeseldir. Türk sinemasında ilk dönem bu filmle başlar ve sekiz yıl devam eder.
1915’te kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi çeşitli belge filmleri yapmıştır. İlk konulu filmler, Sedat Simavi’nin çektiği “Pençe” (1917) ve “Casus” (1917) oldu.
1922’de ilk özel film yapımevi olan Kemal Film kuruldu. Muhsin Ertuğrul bu yapımevi adına 1922-1939 arasında birçok film çekti ve o, bu “ikinci dönem”de Türk sinemasında film yöneten tek kişi oldu. Muhsin Ertuğrul’un çevirdiği filmlerin çoğu, daha önce tiyatroda oynanan piyeslerden uyarlanmıştır. Yine bu dönemde sesli ilk Türk filmi, Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi: “İstanbul Sokaklarında” (1931).
1939’da Türk sinemasında “geçiş dönemi” başladı. Bu dönemde çeşitli ve çok yönlü gelişmeler görüldü. Başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere tiyatrocuların etkisi azaldı. Bu dönemin en dikkate değer sinemacıları Şakir Sırmalı ile Orhan Murat Arıburnu’ydu. 1917’den 1948’e dek çevrilen film sayısı 74 oldu.
1951’de Lütfi Ömer Akad’ın “Kanun Namına” adlı filmiyle, Türk sinemasında “sinemacılar çağı” diye adlandırılan dönem başladı. Bu dönemde Akad’ın dışında Metin Erksan, Atıf Yılmaz (Batıbeki), Memduh Ün, Osman Seden gibi yönetmenler ön plâna çıktılar. Dönemin önemli sinema olaylarından biri, Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filminin 1964 Berlin Film Şenliği’nde Altın Ayı Ödülü’nü kazanması oldu.
27 Mayıs 1960’tan sonra oluşan ortamın getirdiği düşünce özgürlüğü, toplumsal kaygılar taşıyan filmler çevrilmesine olanak tanıdı. İlk filmlerini 1960’tan sonra yapanlar arasında Halit Refiğ, Ertem Göreç, Nevzat Pesen, Duygu Sağıroğlu ve Yılmaz Güney vardı.
1960’tan sonraki dönemin en önemli yönetmeni Yılmaz Güney oldu. Sinemaya 1958’de oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yardımcısı olarak giren Güney, 1970’te Türk sinemasının en başarılı filmlerinden biri sayılan “Umut”u çevirdi. Yerel öğeleri başarıyla kullandığı, toplumsal temaları işlediği “Acı” (1971) ve “Ağıt” (1971) ile başarısını sürdürdü.
1961-1971’deki 188 filmlik yıllık yapım ortalamasıyla Türkiye, en çok film yapan ülkeler arasında yer aldı. 1972’den sonra televizyonun yayın alanını genişletmesi, bunalım içinde bulunan sinemayı darboğaza soktu. Film yapımında ve seyirci sayısında gözle görülür bir azalma oldu. 1972’de 200’ü aşan film sayısı 1975’e doğru giderek azaldı: 1973’te 200, 1974’te 188 film. Bu arada siyah-beyaz film sayısı 143’ten 30’a, oradan 6’ya indi ve 1975’te tümüyle yok oldu.
1979’da 195’e yükselen film sayısının 130 adedini 16 mm.lik seks filmleri oluşturuyordu. Seks filmlerinin yasaklandığı 1980’lerden itibaren film sayısı 70-80 dolayında sabitleşti.
1970 öncesinin tüm yönetmenleri 1972-1976 döneminde de film çevirdi. Lütfi Akad köyden kente göç eden insanların yaşamını “Gelin” (1973), “Düğün” (1974) ve “Diyet” (1975) adlı üçlemesinde ele aldı. Bu dönemde en çok film çekenlerden Atıf Yılmaz, çeşitli konuları yüzeysel bir gerçekçilikle ya da sulu komedi tarzında işledi. Memduh Ün, Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi” (1975) ile dikkati çekti. Süreyya Duru, öykü yazarı Bekir Yıldız’ın yapıtlarına dayanan “Bedrana” (1974) ve “Kara Çarşaflı Gelin” (1975) filmleriyle belli bir başarı sağladı. Yılmaz Güney’in “Arkadaş” (1974) filmi Türk sinemasında bir dönüm noktasını oluşturdu. Güney, pamuk işçilerinin yaşamını konu alan yarı belgesel “Endişe”yi çevirirken tutuklanarak sinemadan uzak kaldı. Bu arada senaryosunu yazdığı bazı filmler, genç yönetmenlerce gerçekleştirildi. Aynı dönemde genç kuşak sinemacılarından Ömer Kavur “Yatık Emine” (1974), Zeki Ökten (Askerin Dönüşü” (1974) gibi yapıtlarla dikkati çektiler.
1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında bir grup genç yönetmen bir “Genç Türk Sineması”ndan söz edilmesine yol açan filmler yarattılar: Zeki Ökten’in “Sürü” ve “Düşman”; Erden Kıral’ın “Kanal” ve “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Ömer Kavur’un “Yusuf ile Kenan”, “Ah Güzel İstanbul”; Ali Özgentürk’ün “Hazal”, “At” yapıtları gibi. Bu filmlerin bir bölümü de kent gerçeğini yansıtmayı deniyordu. Bu arada Tunç Okan’ın İsveç’te çektiği ve dış göç sorununu ele alan “Otobüs” filmi, uluslararası şenliklerde çeşitli ödüller kazanan, kendine özgü bir yapıttı. Aynı dönemde kısa ve belgesel film dalında gerek bazı kurumların, gerekse bazı yarışmaların da desteğiyle önemli aşamalar sağlandı. Suha Arın, Güner Sarıoğlu, Behlül Dal ve başkaları ilginç filmler yaptılar.
Sinema eğitiminde bazı adımlar atıldı. 1975 yılı içinde Devlet Film Arşivi, bir Sinema/TV Yüksek Okulu’na dönüştürüldü; Eskişehir’deki İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi’nde bir Sinema/TV Eğitim Enstitüsü kuruldu.
1975-1983 yılları arasında sinema, Türkiye dışında en çok ödül kazanan sanat dalı oldu. Türk sinemasının tarihindeki en büyük başarılar 1982 ve 1983 yıllarına nasip oldu. 1982 Cannes Şenliği’nde Şerif Gören-Yılmaz Güney ikilisinin çektiği “Yol” filmi, şenliğin en büyük ödülü olan Altın Palmiye’yi başka bir filmle ortaklaşa olarak kazandı. 33. Berlin Film Şenliği’ndeyse Erden Kıral’ın, Ferit Edgü’nün “O” adlı romanından uyarladığı “Hakkari’de Bir Mevsim”, dört ödül birden aldı.
Atıf Yılmaz kadın sorunlarına değindiği filmleriyle başarısını sürdürdü:
- “Mine” (1982),
- “Bir Yudum Sevgi” (1984),
- “Dul Bir Kadın” (1985),
- “Adı Vasfiye” (1986), “
- Ah Belinda” (1986),
- “Hayallerim, Aşkım ve Sen” (1987).
80’li yıllarda yeni bir yönetmen kuşağı yetişti:
“Kardeşim Benim” (1983), “Züğürt Ağa” (1985) ve “Selamsız Bandosu”yla (1988) Nesli Çölgeçen;
“Ve Recep ve Zehra ve Ayşe” (1983), “Gramafon Avrat” (1985), “Karartma Geceleri” (1989) ile Yusuf Kurçenli;
“Fahriye Abla” (1984) ve “Muhsin Bey” (1987) ile Yavuz Tuğrul;
“Kurşun Ata Ata Biter” (1985), “Bir Avuç Gökyüzü” (1987) ile Ümit Elçi;
“Bir Avuç Cennet” (1986) “Kara Sevdalı Bulut” (1988) ile Muammer Özer;
“Bez Bebek” (1988-8. Uluslararası Amiens Film Şenliği’nde bu filmdeki rolüyle Hülya Koçyiğit En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı) ile Engin Ayça.
Ömer Kavur’un, Yusuf Atılgan’ın romanından uyarladığı “Anayurt Oteli” (1987-Venedik Film Şenliği’nde Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu Ödülü, Nantes Üç Kıta Film Şenliğinde En İyi Film Ödülü ve bu filmdeki rolüyle Macit Koper En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı),
Orhan Oğuz da “Her Şeye Rağmen” adlı filmiyle (1987) Türk sinemasının uluslararası
alandaki en büyük başarılarını getirdiler.
Başer Sabuncu “Asılacak Kadın” (1986),
Fevzi Tuna “Bir Kadın Bir Hayat” (1984), “Kuyucaklı Yusuf” (1986),
Tunç Başaran’da “Biri ve Diğerleri” (1987) adlı filmleriyle dikkati çektiler.
Tevfik Başer’in “Yanlış Cennete Elveda”sı (1989) Strasbourg Film Festivali’nde büyük
ödül aldı.
Zülfü Livaneli’nin “Sis” filmi 1989 Valencia Film Festivali’nde birinci ödülü Altın
Palmiye, Akdeniz Festivali’nde büyük ödülü Altın Antigone’yi kazandı.